HİKAYELER
_____________________________
Gizemli Şahsiyetler
Sene 1974- Kıbrıs Semaları
Türk pilotu kullandığı uçakla, Türk köylerini istila edip, kadın çocuk demeden katleden Rum’ların, Beş parmak dağlarındaki yuvalarını, mazgallarını, çeşitli mevki ve mevzilerini vuruyordu. Fakat uzun süredir havadaydı. Yakıtı neredeyse bitmek üzereydi.
Belki bu yakıtla geriye bile dönemeyecekti ve daha vurması gereken başka mevziler vardı.
Kahraman pilotun içini derin bir üzüntü kapladı. Çaresizlik içinde geri dönmeye karar verdi. İşte tam bu sırada iki el omzuna dokundu! İçi ürperdi! Uçakta kendinden başka kimse yoktu. Çekinerek geri dönüp baktığında nur yüzlü aksakallı bir zat’ın kendisine gülümsediğini gördü. Sanki az önce pilotun duyduğu üzüntüyü hissetmiş gibi,
“Sen korkma gidip o mevzileri de vur” dedi.
Pilot şaşkınlık içinde “Benzinm yetmez” dedi.
Aksakallı zat kendinden emin bir sesle ”Korkma ben tekeffül ediyorum” dedi. Bunun üzerine pilot yola devam edip, onun gösterdiği bütün mevzileri tek tek vurdu. İşini bitirip Mersin’e geri dönerken, aksakallı zat” Bak gördün mü benzinin yetti.”dedi.
Pilot büyük bir merakla sordu
“Peki siz kimsiniz?”
Aksakallı zat cevapladı “Ben, Van’ın Hoşap kazasından Seyyid Abdurrahman’ım.”dedi.
Bunun üzerine pilot “Peki sağ mısınız?” diye sordu.
Aksakalı zat, “Değilim ama böyle savaşlarda ve sıkıntılı zamanlarda yardıma koşarım“dedi.
Bu olaydan daha sonra hava binbaşı pilot ailesiyle birlikte Van’ın Hoşap kazasına gelip, uçaktaki o zat’ın mezarını ziyaret etti. Orada kurban kesip, çocuklara şeker dağıttı. Bunu neden yaptığını soranlara da başından geçenleri anlattı.
Not : Bu hikaye birebir gerçekten yaşanmıştır…
İşte ben bu gizemli hikayeyi dinlediğimde içimde garip bir merak uyanmıştı. Kimdi bu Şahsiyet? Nasıl bir hayat yaşamıştı da kendisine böyle bir ilahi mertebe nasip olmuştu. Günlerce hep bu zat’ı merak etim ve düşündüm. İşin ilginç kısmı ben o zat’ı düşündükçe, o zat da gece gündüz benim düşlerime misafir olmaya başladı. O’nu hiç görüp tanımadım halde ona karşı içimde bir sevgi, karşı konulmaz bir özlem oluşmaya başladı. Artık karşı konulmaz bir biçimde onun mezarını ziyaret etmek istiyordum.
Ve bir gün bu ziyareti gerçekleştirdim.. Ankara’da oturmama rağmen, bir gece otobüse binip Van’a doğru yola çıktım. Ertesi sabah Van’a vardığımda içimde tarif edemediğim duygular vardı. Şimdi o zat’ın mezarına yürürken sanki ayaklarım yerden kesiliyor, sanki gizemli bir gücün etkisi altına girmiş gibi hissediyordum kendimi. Bütün hareketlerim yavaşlamış, farklı bir sakinliğe bürünmüştüm.
Sonunda mezarın başına geldim. Orada oturup o zat’ı kafam da hayal etmeye başladım. Bu Sırada garip bir huzur doldu içime. O sırada aklıma daha önce büyüklerimden duyduğum bazı sözler geldi; bu zatların öldükten sonra bile çeşitli hallerle insanları etkileyebildiklerini söylemişlerdi. Saatlerce orada kaldım. Bu süre içinde derin duygu denizlerine dalıp dalıp çıktım. Akşama doğru oradan ayrılırken içime tarifsiz bir hüzün çöktü. Tesadüfen tanıdığım bu zat ruhumun derinliklerine tesir etmişti.
Bu arada hemen Ankara’ya dönmeyi düşünmüyordum, burada yapmayı isteğim bazı şeyler vardı. Bu zat’ın buradaki yakınlarından onunla ilgili bilgi alacaktım.
Akşamüstü davet edildiğim bir evde o zat’a dair anlatılanları dinlerken tüylerim diken diken olmuş, için ürpermişti. On sekizinci yüzyılda yaşamış ve Peygamber efendimizin soyundan gelmiş bu zat hakkında birçok kerametten bahsedilmişti. Ama beni en çok etkileyen, şu duyduğum olmuştu: O zat bazı akşamlar kılıcını kuşanarak evde çıkıp, sabaha doğru üzeri kanlı elbiseleriyle eve geri dönermiş. Karısı ona” Bu halde nereden geliyorsun” diye sorduğunda
O da, uzakta yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım etmeye gittiğini ve oradan geldiğini söylermiş.
O an aklıma Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethi sırasında, Bizans surlarına hücum eden askerlerinin yanında yine böyle aksakallı zat’ların görüldüğü bir çok hikaye ve yine Çanakkale savaşları sırasında buna bezer yaşanan diğer hikayeler geldi. Demek ki bu yüksek mertebeli şahsiyetler öldükten sonra bile yardımlarına devam ediyorlardı. Hani bir söz vardır ya, “Kul Daralmadan Hızır yetişmezmiş” diye. Galiba Bu zatlar yardım etmek için özellikle vatanını yürekten savunanları, bir de gerçekten dara düşmüş, inanmış yürekleri seçiyorlardı. Kim bilir, belki bir gün içimizden çok büyük bir sıkıntıya düşen birimizin omzuna da değen eller, bu Gizemli Şahsiyetlere ait olabilir….
Ekmek Parası
- senin kide maşallah baya büyümüş.
- öyle bu sene okula başladı işte.
- bu devirde çocuk büyütmek zor zanaat şekerim.
- inşallah okur adam olurda evimize ekmek getirir. o günleri göreyim başka birşey istemem!
- inşallah şekerim. dediğin gibi hayırlı bir evlat olsunda gerisi mühim değil.
can, annesi ile komşu kadın konuşurken öğretmenin verdiği ödevleri yapmaya çalışıyor, bir yandan da konuşulanları dinliyordu çaktırmadan. annesi ne demek istemişti acaba. kafasına takılan şey buydu şimdi. bu konu üzerine kafa yormaya başladı dersi bırakıp şimdi. annesine kendisini kanıtlaması gerekiyordu. artık kocaman bir adam olmuştu. bir iş bulup çalışması ve annesine ekmek parası getirmeye karar verdi. ama ne iş yapabilirdi ki. nerde çalışabilirdi. aklı şuan bu soruların çözümleri ile meşguldu. hatta o kadar derinlere daldı ki, deminden beri annesinin seslenmelerini bile duymadı. en sonunda annesi dürttü de öyle kendisine geldi.
- iki saattir sana sesleniyorum be oğlum, neye daldın böyle derin derin?
ses çıkarmadı can. sanki derin bir uykudan uyanmıştı.
- hiç.
demekle yetindi. gün bu düşüncelerle son buldu can için. yatağına yattığında bile aklına gelen çözümleri irdeledi. evet yarın okul çıkışı iş aramaya başlayacaktı. artık kocaman bir adam olmuştu. annesi ondan ekmek bekliyordu. bu düşüncelerle gece uykusunda güzelde bir rüya görmüştü. ama sabah oldu ve rüyası burada son buldu. önlüğünü giyindi, kahvaltısını yaptı ve annesine sımsıkı sarılıp, yanağına bir öpücük kondurup, doğru okulun yolunun tuttu. bütün okul saati boyunca dalgındı. kendisini derse veremedi. zil çaldı, hemen sıradan fırlayıp herkesten önce okuldan çıktı. dükkan dükkan gezmye koyuldu. hiç bir dükkan atlamadan soruyordu.
- eleman aranıyor mu amca?
- niye sordun?
- kendim için. okuldan sonra çalışmak için iş arıyorumda.
adam tuhaf tuhaf ufak çocuğun yüzüne baktı. ilk önce acaba bu velet işi güç yok benimle dalga mı geçiyor diye düşündü. küçük çocuğu tersledi ve dünkandan gönderdi. can bu tepki karşısında biraz şevki kırılmıştı ama vazgeçmeye niyeti yoktu. devam etti. çoğu yerden "olmaz, sen daha küçüksün. büyü öyle gel" cevabı aldı. hatta bazı işyeri sahipleri beş on kuruş okul harçlığı bile sıkıştırdı can`ın eline. yok böyle olmayacaktı. başka birşey düşünmeliydi. sonra bir kahvenin önünden geçerken ondan 4 yaş büyük bir çocuğu, önünde boya sandığı, elinde bir ayakkabıyı boyarken gördü. çocuğu, biraz izledikten sonra, yanına yaklaştı ve sordu.
- ne yapıyorsun burada?
- kör müsün? ayakkabı boyuyorum!
- kendi ayakkabını mı boyuyorsun?
çocuk tebessümle can`ın suratına baktı ve
- hayır tabiki, içerdeki müşterinin ayakkabısını boyuyorum. dedi can heyecanlanarak,
- para karşılığı mı boyuyorsun? diye sordu.
- yok bedava! eşek miyim ben! tabiki para karşılığı! bir çift ayakkabı 2 lira.
can daha da heyecanlandı. içinde çok büyük bir merak uyanmıştı ayakkabı boyacılığı ile ilgili. sorularına devam etti.
- peki, bu sandıkla boyaları nerden buldun?
- nalburdan aldım. satıyorlar. biraz pahalı ama, bir kaç zaman sonra sermayeyi çıkartıyorum.
can, fikir aklına yatmışcasına çocuğun yanından ayrıldı. hayalinde, kendini o çocuğun yerine koymuş ayakkabı boyarken buldu. çok heyecan verici olmalı diye düşündü. sonra bir nalburun önünden geçerken boya ve sandık fiyatını sordu.
- amca ayakkabı boyaları ve cilası ne kadar?
- boya 4 lira, cila 2 lira.
- peki sandık ne kadar?
- sana 20 lira olur.
- uff! diye söylendi can. toplam sermaye neredeyse 30 liraydı. bu parayı nereden bulacaktı. yürümeye devam etti. şevki biraz kırılmıştı. sonra aklına aniden parlak bir fikir geldi. sandık almasada olabilirdi. önemli olan boyalardı. sonra eve geldi. annesi mutfaktaydı. yemek pişiriyordu.
- karnın aç mı oğlum? diye sordu.
- hayır anne diye cevap verdi can. sonra annesinin para cüzdanını gördü. aklına şeytani bir fikir geldi. boya parasını annesinden isteyebilirdi. yok! isteyemezdi. çünkü annesi harçlık niyetine o kadar para vermezdi. gittiği dükkanlardan eline tutuşturulan 3 lirası vardı. cüzdanı aldı ve içinden 7 lira daha aldı ve dua etti.
- Allah`ım ne olur annem anlamasın bu parayı benim aldığımı!
sonra paraları cebine koyup heyecanla dışarı çıktı. daha önce uğradığı nalbura gitti. biri siyah biri kahverengi iki kutu boya ve bir kutu cila aldı. eve döndü. yarın hafta sonuydu, okul tatildi. yarın işe başlayabilirdi. hem de bütün gün çalışabilirdi. akşam oldu. erkenden yatması gerekiyordu. annesine ve babasına iyi geceler diyip yatağına gitti. tam uykuya dalacakken, annesinin babasına dert yandığını duydu.
- cüzdanımdan 7 lirayı düşürmüşüm galiba. bir hesapladım 7 lira eksik.
- bizim velet almasın. diye cevap verdi babası.
- can`ın Allah`a şükür öyle huyları yok. bugüne kadar öyle birşey yapmadı. saçmalama bey! diye kocasına karşı çıktı. can konuşulanları duyduğunda vicdan azabı çekti. kendinden utandı. yarın bu parayı kazanıp yerine koymalı ve annesine ekmek getirmeliydi. sabah oldu. herkes uyuyordu. erkenden kalktı. kendine ufak bir sandviç yaptı. yatak odasının kapısına gelip,
- anne ben dışarı çıkıyorum dedi. ve sonra yerden babasının fazla giymediği bir çift terlik, evde kullandıkları ayakkabı fırçası ve annesinin temizlikte kullandığı kadife kumaştan bir parça kesip, siyah bir poşete koydu ve yola çıktı. hem tatil günü hemde sabah erken olmasına rağmen kahveler dolmaya başlamıştı. mahalledeki kahveleri gezmeye başladı. hatta geç bile kalmıştı çünkü başka çocuklar çoktan yerlerini almışlardı. ona orada ekmek yoktu. bir kaç kahveyide böylece teyet geçmek zorunda kaldı. en sonunda kimsenin kapmadığı bir kahve buldu ve tam kapısının önüne kuruldu. boyaları, cilayı ve ayakkabı fırçasını çıkarttı. daha yerleşir yerleşmez, önüne bir adam geldi ve ayakkabılarını can` a uzattı. bu kadar çabuk olucağını düşünmediği için biran heyecanlandı. hemen ayakkabıları alıp terlikleri verdi. ilk önce fırçayla bir güzel tozunu aldı ayakkabıların. sonra boyayı kalın kalın sürüp boyamaya başladı. adam can`a bakıp içinden,
- hayat artık ne kadar zor. bu yaşta ki bir çocuk şimdi yatağında olması gerekiyorken, kahve köşelerinde ayakkabı boyayıp harçlığını çıkartmaya çalışıyor. diye söyleniyordu. dayanamadı ve can`a sordu.
- kaç yaşındasın sen küçük?
- 7 yaşındayım amca. bu sene okula başladım.
- dersler nasıl bakalım?
- iyi amca.
- bu saatte ne işin var burada. gidip evinde yatsana çocuğum. annen baban yok mu senin?
- var tabiki. hemde çok seviyorum ben onları. dedi hemen onları savunmaya geçerek. kimsenin ailesi hakkında kötü düşünmesine izin veremezdi.
- eee yazık değil mi sana? bu soğukta elinde boyalarla sokağa salıyorlar seni!
- aman amca sus! onların haberi yok. duyarsa babam beni keser! derken parmağını burnunun altına getirip sus işareti yapması adamı baya bir güldürmüştü. sonra adam devam etti.
- peki oğlum derdin ne de bu soğukta burdasın. yalan söylemiyorsun değil mi?
- valla yalan değil amca. para kazanıp anneme ekmek alıcam. artık kocaman adam oldum. o yüzden. diye cevap verince küçük can, adam bir anda afalladı ve ne söyliyeceğini bilemedi. bu sırada can da çoktan işini bitirmişti. ayakkabılar gıcır gıcırdı. daha acemi olduğu için, işin inceliğini bilmiyor, oldukça fazla boya harcıyordu. adam,
- eee ufaklık borcum ne kadar? diye sordu.
- iki lira versen yeter. diye cevap verdi küçük çocuk. sanki yılların esnafıydı. bu bilmişliğe adam bir kez daha şaştı. cebinden 3 lira çıkardı.
- 2 lira borcum, bu 1 lirada sana bahşiş olsun tamam mı? dedi. çocuğun kafasını okşadı ve kahveye girdi. sonra arkadaşlarının yanına gitti. herkese bu çocuktan bahsetti. biraz sonra elinde bir sürü ayakkabı ile çocuğun yanına geldi.
- al bakalım ufaklık. burada tam 7 çift ayakkabı var. elindeki parayı gösterip,
- burada da tam 21 lira var. bizim enayilere ayakkabı başına 3 lira dedim. ama bana söz ver şimdi. bunları boyadıktan sonra doğru eve gideceksin. can heyecanlanarak,
- tabiki amca. ooo bu kadar para ile anneme birçok ekmek alırım. dedi. adam oldukça duygulanmıştı. can, hızla işe koyuldu. her ayakkabıda biraz daha tecrübeleniyordu. elleri, parmakları ve tırnaklarının arası ayakkabı boyası olmuştu. işini bitirdi. ayakkabıları bir güzel teslim etti. adama veda edip, toparlanmaya başladı. bu sırada oradan sınıf arkadaşı geçiyordu. can`ı gördü. can onu hiç sevmezdi. çünkü anneside aynı okulda öğretmendi ve bu yüzden torpilliydi. can`ın öğretmeni bu yüzden hep o çocuğu el üstünde tutuyordu. can`ın yanına geldi.
- ne yapıyorsun burada? o elindekiler ne? diye sordu. can kaçamak bir şekilde,
- hiç diye cevap verdi ve arkasına bile bakmadan oradan hızla ayrıldı. bugün zafer can`ındı. hem annesinden borç aldığı 7 lirayı verebilecek hemde ona ekmek alabilecekti. bir bakkala girdi. ekmek, yumurta ve sucuk aldı. babası sucuklu yumurtaya bayılırdı. sonra eve geldi. o sırada annesi bahçede komşu kadınla konuşuyodu. elindekileri annesine verdi.
- al anne. sana ekmek aldım. dedi. kadın şaırmış bir biçimde,
- nerden aldın oğlum. bu üstün başın ne böyle?
- anne, siz o gün konuşuyordunuz. sen demiştin ya keşke benim oğlum büyüsede bana ekmek alsa diye. bende büyüdüm, gittim çalıştım sana ekmek aldım. dedi. annenin gözleri dolmuştu ne diyeceğini bilemiyordu. can` a sarıldı, öptü kokladı. can, gururluydu. büyümüştü artık ve ekmek parası kazanmıştı, artık oda bir erkekti, tıpkı babası gibi.
pazartesi günü gelmişti. okula gidecekti. ama ne yaptıysa bir türlü elindeki boya lekelerini temizleyememişti. tırnaklarını sonuna kadar kesmesine rağmen, boya kalıntıları hala duruyordu. okulun ilk günü temizlik kontrolu vardı ve ne yapacağını bilmiyordu. hatta o gün okula gitmemek bile istemişti. ama annesi buna razı olmadı. can istemiyerekte olsa evden çıktı ve okulun yolunu tuttu. sınıfa girdiler. öğretmeni bütün sınıfı tahtanın önüne dizdi ve temizlik kontolu yapmaya başladı. tırnak aralarındaki lekeler haricinde, can`ın temizliğide muntazamdı. öğretmen sıra sıra bakıyordu öğrencilere. sıra can`a geldi. öğretmen can`ın ellerine baktı.
- bu ne pislik böyle çocuğum! diye hiddetli bir şekilde bağırdı ve can ağzını açmaya fırsat bulamadan, sol yanağına bir şamar yedi. neye uğradığını şaşırmıştı küçük çocuk. ne diyeceğini bilmiyordu. gerçeği söyleyemezdi çünkü sınıf arkadaşları ve öğretmeni ailesi hakkında yanlış şeyler düşünebilirdi. tam bu sırada onu hafta sonu gören arkadaşı mehmet,
- öğretmenim, can`ı hafta sonu bir kahvenin önünden boyacılık yaparken gördüm, sokak çocuklarıyla beraber. bu kadar pis olması normal. mehmet, bunu söylerken içinde öğretmeninin gözüne girmiş olmanın gururu vardı. can bu son darbeyle yıkıldı. gözleri dolu dolu olmuştu ama o ağlamamak için çaba sarf ediyordu. çünkü o kötü birşey yapmamıştı ve bu cezayı haketmemişti. öğretmen,
- doğru mu bu can? diye sordu. küçük çocuk konuşamıyordu. konuşmak istesede boğazına düğümlenen yumru onu engelliyordu. sadece kafasını sallamakla yetindi. öğretmen bu sefer vurduğu için pişman olmuştu. oda zor şartlar içinde okumuştu. ailesinin maddi durumu iyi değildi. şimdi ise ailesinin bütçesine katkıda bulunmak için bu yaşta çalışmaya başlayan bir öğrencisini cezalandırmıştı. geçmişi hatırladı ve öğretmeninde gözleri doldu. can`ı kenara çekti ve ona sarıldı. ikiside daha fazla gözyaşlarını tutamadılar ve ağlamaya başladılar. bütün sınıf ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. acaba öğretmenleri neden ağlıyordu.
- özürdilerim can, affet oğlum beni! dedi öğretmeni can`a
- kötü birşey yapmadım öğretmenim, inanın bana, sadece ekmek almak için çalışmıştım. çünkü annemin en büyük hayali buydu...